Efendimiz'in (sas) Nübüvvet dönemi (m. 610-632) Vahy'in zaman ve mekânda tecelli ettiği "istisnai tarih"tir.
Bu dönemde İlahi irade, vahyin 23 senede nüzuluna sebep teşkil edecek şekilde vuku bulan olaylarda belirleyici oldu. İrtihalden sonraki tarih, vahyin müdahalesi olmadan insanın hangi seviyelerde doğru mecrada akabileceğinin test alanı oldu. "En hayırlı nesil" Hz. Ali'nin şahadetiyle son buldu. Muaviye'nin İslam içinde gerçekleştirdiği "derin darbe" tarihe yeni bir veche kazandırdı. Sahih iman ve salih amel yolunu (takva) izleyenler ile cürüm ve günah (fücur) yolunu seçenler arasında yeni bir mücadele dönemi başladı.
"Âl-i Muhammed (Ehl-i Beyt) davası", Makyavel'i yüzyıllar öncesinden haber veren Muaviye siyasetinin takip ettiği "Zer-u zor-u tezvir" karşısında yenik düşenlerin, "sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç" yasasının hükmettiği siyasette kaybedenlerin ilahi müdahale arayışları, kurtuluş beklentisi ve duası oldu. Kızgınlar, dışlanmışlar, mağdurlar ve mağluplar ilk dönemin müstaz'afları gibi "İslam kisvesi"ne bürünmüş müstekbirler karşısında bir "masum kurtarıcı" aradılar ve bunu Al-i Muhammed'in temiz soyundan gelen torunlarına bağladılar. El hak onlar da ellerinden geleni yaptılar, dedeleri Efendimiz (sas)'e yakışır biçimde mücadele ettiler. Fakat mücrimler -istidrac içinde olduklarının şuurunda olmaksızın- "Allah'ın günleri"ni temellük ettiklerini zannedip zulümlerine zulüm kattılar.
Korkanlar korktu, "fitne katilden beterdir" diyenler kenara çekildi; "bu dünya kokuştu, Efendimiz'in zühd ve takvasına dönelim" diyenler, yünden (suf) aba giyip münzevi hayatı seçti; "burası fesad toprağıysa Allah'ın yüce ismini Afrika'ya, Türkistan'a, Çin-u maçine götürelim" diyen fatihler bir daha dönmemek üzere güzel atlara binip cihada çıktı, Bizans kopyası başkentten hicret etti; kimileri Hüseyin için ağlayıp Yezid'le iş tuttu; kimileri huruç edip şehadet şerbetini içti; kimileri 'temkin' yoluyla ümmeti ahlaki ve sosyal bakımdan takviye ederek cair iktidara karşı ümmeti korumayı daha hayırlı buldu.
"Âl-i Muhammed yolunu takip edenler (Şia)" ile kendilerini "Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat" olarak tarif edenlerin içinde aktıkları tarihi iki mecra Müslüman'ın bilincindeki çatallaşmadır. İkisi birbirine benzer. Biz Sünniler Dört Halife'yi (Çahar yar-ı güzin)" neredeyse tarih dışına çıkarıp idealize ettik, bir tür masumlaştırdık; Şiiler 12 İmam'ı tarihin dışına çıkarıp aynı misyonu onlara yükledi. Biz Asr-ı Saadet'i "altın çağ" yaptık -som altın 610-632 arasıydı- onlar 12. İmam'ın zuhurundan sonraki çağın altın olacağını söyledi. Biz olması gerekeni ve ideal politiği geçmişe, onlar geleceğe refere ettiler. Her iki çatal reel politiğe boyun eğdi, böylece "dün" ile "yarın" arasında sıkışan "bugün" -ki bu 14 asırdır sürüyor- zeki fakat muhteris siyasetçilerin, reel politiği oportünizme çevirenlerin saltanatına dönüştü.
Eğer arada bir istisna olmasaydı, tarihe hükmeden 'böyle bir kader' olduğuna inanabilirdik. Bir istisna var: 2,5 sene gibi kısacık bir zamanda ümmetin iradesini yeniden kendi sahih ve salih mecrasına oturtabilen Ömer bin Abdülaziz ve dönemi. Ömer bin Abdülaziz idealize edilmeden dahi, Sünnilerin ve Şiilerin ahlaki şahsiyet ve takip ettiği sosyo-politik model olarak üzerinde ittifak edebileceği bir merci olabilir.
Ömer bin Abdülaziz bizce "Beşinci Halife"dir. İlk iş olarak Müslümanları "mevali" olmaktan çıkardı, gayrimüslimlerin, Müslüman olmalarını serbest bıraktı, yoksulluk içinde yüzen kitleleri zekât verecek seviyeye çıkardı ve hutbelerde Hz. Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e sebbetmeyi (sövmeyi, küfretmeyi) yasakladı. Bugün de biz Sünnilerin -tabii ki hepsinden değil, ama- "kendini bilmez Şiiler"den çektiği, ilk üç halifeye ve validemiz Hz. Aişe'ye 'dil uzatmaları'dır. Şia'nın sorumluluk ve takva sahibi âlimleri ve yöneticileri onun yaptığı gibi sahabe-i kirama sebbetmeyi tahrim etmeli, bunu ebediyyen Şii literatüründen silip atmalıdırlar. Bu birlik ve kardeşlik yolunda atılacak büyük adımdır.
"Nasıl başardın?" diye soranlara Ömer bin Abdülaziz'in verdiği cevap basittir: "Allah'la ilişkilerimizi düzelttik." Biz de İslam'ın iki büyük fırkası "Allah'la ilişkilerimizi düzeltelim"; kardeş olalım. Başka yol var mı?
Bize bir Ömer bin Abdülaziz lazım
Bu dönemde İlahi irade, vahyin 23 senede nüzuluna sebep teşkil edecek şekilde vuku bulan olaylarda belirleyici oldu. İrtihalden sonraki tarih, vahyin müdahalesi olmadan insanın hangi seviyelerde doğru mecrada akabileceğinin test alanı oldu. "En hayırlı nesil" Hz. Ali'nin şahadetiyle son buldu. Muaviye'nin İslam içinde gerçekleştirdiği "derin darbe" tarihe yeni bir veche kazandırdı. Sahih iman ve salih amel yolunu (takva) izleyenler ile cürüm ve günah (fücur) yolunu seçenler arasında yeni bir mücadele dönemi başladı.
"Âl-i Muhammed (Ehl-i Beyt) davası", Makyavel'i yüzyıllar öncesinden haber veren Muaviye siyasetinin takip ettiği "Zer-u zor-u tezvir" karşısında yenik düşenlerin, "sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç" yasasının hükmettiği siyasette kaybedenlerin ilahi müdahale arayışları, kurtuluş beklentisi ve duası oldu. Kızgınlar, dışlanmışlar, mağdurlar ve mağluplar ilk dönemin müstaz'afları gibi "İslam kisvesi"ne bürünmüş müstekbirler karşısında bir "masum kurtarıcı" aradılar ve bunu Al-i Muhammed'in temiz soyundan gelen torunlarına bağladılar. El hak onlar da ellerinden geleni yaptılar, dedeleri Efendimiz (sas)'e yakışır biçimde mücadele ettiler. Fakat mücrimler -istidrac içinde olduklarının şuurunda olmaksızın- "Allah'ın günleri"ni temellük ettiklerini zannedip zulümlerine zulüm kattılar.
Korkanlar korktu, "fitne katilden beterdir" diyenler kenara çekildi; "bu dünya kokuştu, Efendimiz'in zühd ve takvasına dönelim" diyenler, yünden (suf) aba giyip münzevi hayatı seçti; "burası fesad toprağıysa Allah'ın yüce ismini Afrika'ya, Türkistan'a, Çin-u maçine götürelim" diyen fatihler bir daha dönmemek üzere güzel atlara binip cihada çıktı, Bizans kopyası başkentten hicret etti; kimileri Hüseyin için ağlayıp Yezid'le iş tuttu; kimileri huruç edip şehadet şerbetini içti; kimileri 'temkin' yoluyla ümmeti ahlaki ve sosyal bakımdan takviye ederek cair iktidara karşı ümmeti korumayı daha hayırlı buldu.
"Âl-i Muhammed yolunu takip edenler (Şia)" ile kendilerini "Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat" olarak tarif edenlerin içinde aktıkları tarihi iki mecra Müslüman'ın bilincindeki çatallaşmadır. İkisi birbirine benzer. Biz Sünniler Dört Halife'yi (Çahar yar-ı güzin)" neredeyse tarih dışına çıkarıp idealize ettik, bir tür masumlaştırdık; Şiiler 12 İmam'ı tarihin dışına çıkarıp aynı misyonu onlara yükledi. Biz Asr-ı Saadet'i "altın çağ" yaptık -som altın 610-632 arasıydı- onlar 12. İmam'ın zuhurundan sonraki çağın altın olacağını söyledi. Biz olması gerekeni ve ideal politiği geçmişe, onlar geleceğe refere ettiler. Her iki çatal reel politiğe boyun eğdi, böylece "dün" ile "yarın" arasında sıkışan "bugün" -ki bu 14 asırdır sürüyor- zeki fakat muhteris siyasetçilerin, reel politiği oportünizme çevirenlerin saltanatına dönüştü.
Eğer arada bir istisna olmasaydı, tarihe hükmeden 'böyle bir kader' olduğuna inanabilirdik. Bir istisna var: 2,5 sene gibi kısacık bir zamanda ümmetin iradesini yeniden kendi sahih ve salih mecrasına oturtabilen Ömer bin Abdülaziz ve dönemi. Ömer bin Abdülaziz idealize edilmeden dahi, Sünnilerin ve Şiilerin ahlaki şahsiyet ve takip ettiği sosyo-politik model olarak üzerinde ittifak edebileceği bir merci olabilir.
Ömer bin Abdülaziz bizce "Beşinci Halife"dir. İlk iş olarak Müslümanları "mevali" olmaktan çıkardı, gayrimüslimlerin, Müslüman olmalarını serbest bıraktı, yoksulluk içinde yüzen kitleleri zekât verecek seviyeye çıkardı ve hutbelerde Hz. Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e sebbetmeyi (sövmeyi, küfretmeyi) yasakladı. Bugün de biz Sünnilerin -tabii ki hepsinden değil, ama- "kendini bilmez Şiiler"den çektiği, ilk üç halifeye ve validemiz Hz. Aişe'ye 'dil uzatmaları'dır. Şia'nın sorumluluk ve takva sahibi âlimleri ve yöneticileri onun yaptığı gibi sahabe-i kirama sebbetmeyi tahrim etmeli, bunu ebediyyen Şii literatüründen silip atmalıdırlar. Bu birlik ve kardeşlik yolunda atılacak büyük adımdır.
"Nasıl başardın?" diye soranlara Ömer bin Abdülaziz'in verdiği cevap basittir: "Allah'la ilişkilerimizi düzelttik." Biz de İslam'ın iki büyük fırkası "Allah'la ilişkilerimizi düzeltelim"; kardeş olalım. Başka yol var mı?