EHLİBEYT KUR'ANIN MÜŞAHHAS HALİDİR
Canibim.Com

EHLİBEYT KUR'ANIN MÜŞAHHAS HALİDİR - Canibim.Com

Ehl-i Beyt, Kur’an’ın müşahhas hâlidir

 

Ehl-i Beyt, iki kapak arasında emirleri ve yasakları ile yazılı Kur'an-ı Kerim'in mü¬şahhas örneklere dökülmüş halidir. Ehl-i Beyt, yaşayan Kur'an numuneleridir.

 

Kur'an-ı Kerim'de namaz, oruç, zekât, hac emredilir. Bunların nasıl yapılacağı ise Hz. Peygamber'in uygulamalarında ve ondan sonra da "Ehl-i Beyt'im" dediği Hz. Fâtıma'nın, Hz. Ali'nin, Hz. Hasan'ın, Hz. Hüseyin'in hayatlarından öğrenilir.

 

Bu sebeple Hz. Peygamber mübarek hadislerinde Ehl-i Beyt'i işaret buyurmuştur.

 

Sabır, kanaat, tefekkür, tevekkül gibi güzel ahlak halleri Ehl-i Beyt'e bakılarak hayata geçirilir. Onları, Allah sevmiş, seçmiş ve ümmete rehber kılmıştır.

 

Meveddet ayetine göre, Ehl-i Beyt'i sevmek bizlere de farzdır.

 

Resûlullah'ın hadislerinden, Allah'ın ve Peygamber'inin rızasının Ehl-i Beyt'i sevmekte olduğunu görüyoruz. Bu sevgi bizleri Allah'a yaklaştırır.

 

Hâkim, Mecmaü'l-Beyan'ında şöyle nakleder: Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, peygamberleri muhtelif şecerelerden yaratmıştır ama beni ve Ali'yi bir şecere ve ağaçtan yaratmıştır. 

 

Ben, o ağacın kökleri mesabesindeyim. Ali ise o ağacın gövdesi. Fâtıma ise o ağacın meyve vermesine bir vesiledir. Hasan ve Hüseyin bu ağacın meyveleridir. 

 

Bize tabi olanlar da bu ağacın yapraklarıdır. Birisi tam 3 bin yıl Allah'a ibadet dahi etse dahi bizim ailemizi sevmediği sürece Allah onu yüzü üstü ateşe atacaktır." Hz. Peygamber ondan sonra Meveddet ayetini tilavet buyurdu.

 

Sünni hadisçi İmam Müslim'in Sahih adlı eserinde, "Mübahale ayeti nazil olunca Peygamber; Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırdı ve Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir" diye buyurdu.

 

Resûlullah şöyle buyurdu: "Yıldızlar yeryüzündekileri boğulmaktan güvencedir. Ehl-i Beyt'im de ümmetime ihtilafa düşmekten güvencedir."

 

Sünni âlim Tirmizi'nin Sünen'in de Hz. Ali, Resûlullah'tan şöyle buyurmuştur: "Bir gün Hz. Peygamber (s.a.a.) ciğerimin köşeleri Hasan ile Hüseyin'in ellerinden tutarak şöyle buyurdu: 

 

"Beni, bu ikisini, bunların babalarını ve analarını seven, kıyamette Bana ait derecenin yakınında, bizimle beraber yerleştirilecektir."

 

Hz. Resûlullah, Selman'a şöyle dedi: "Ey Selman! Kim, kızım Fâtıma'yı severse cennette Benimle birlikte olur. Kim de ona, düşman olursa ateşe atılır. 

 

Ey Selman! Fâtıma'ya sevgi beslemenin yüz yerde insana faydası dokunur. O yerlerin en kolayı şunlardır: Ölüm zamanı, kabre koyulurken, terazi kurulduğunda, mahşer günü, sırat köprüsünde, sorgu sual anında." (Feraidus-Simteyn, c.2, s.68).

İbn-i Mesud rivayet etmiştir: Allah Resulü şöyle buyurdu: "Fâtıma iffetini kâmil olarak korudu. Bu yüzden Allah, onun soyuna ateşi haram kılmıştır." (Hâkim, Müstedrekü's-Sahihayn, c.3, s.152).

 

"Kim Ali'yi severse, Beni sevmiştir. Kim Ali'ye buğzederse Bana buğzetmiştir." (Hâkim, Müstedreku's-Sahihayn, c.3, s.130).

 

"Allah her ilmi Bende toplamıştır. Ben de bildiğim her mi muttakilerin imamında topladım. Ben her ilmi Ali'ye öğrettim. Odur açık ve şüphesiz imam."

 

"Ali, Havz-ı Kevser'imin başında Benim halifem olacaktır."

 

"Ey Fâtıma! Allah, Ali'yi Benimle birlikte yedi haslette bir kıldı: O, kabri açılıp Benimle birlikte çıkan ilk kişidir.

 

O, Benimle sırat başında duran ve cehennem ateşine bunu al, bunu bırak diyen ilk kimsedir.

 

O, Benden sonra ululuk ve şeref elbisesi giydirilen ilk kişidir.

 

O, arşın sağında Benimle birlikte duran ilk kişidir.

 

O, cennet kapısını Benimle birlikte çalan ilk kimsedir.

 

O, cennetin en yüce makamına ve İlliyun'a yerleştirilecek ilk kimsedir.

 

O, benimle birlikte mühürlenmiş şarap içen ilk kimsedir ki, onun soyu misktir." (devam edecek)

 

 İmam Zeynelabidin'e sordular: "Baban İmam Hüseyin'in evladı neden azdır?"

 

İmam cevaplarında şöyle buyurdu: "Ben nasıl doğduğuma şaşıyorum. Çünkü babam İmam Hüseyin (a.s.) her gündüz ve gecede bin rekât namaz kılardı." (Sünni ibn Abdurrabbih, ikdu'l Ferid eserinden).

 

"Bir gün Hz. Hüseyin mescide girmişti. Bunu gören Hz. Peygamber'in şöyle dediği duyuldu: Cennet gençlerinin seyidine bakmak isteyen buna baksın." (Zehebi, c.3, s.282-283).

 

"Ashab-ı Kiram'ın nakline göre, bir gün Hz. Peygamber, Hasan ve Hüseyin'in elinden tutmuş, onlardan 'evlatlarım' diye bahsederek şöyle diyordu: Hasan ile Hüseyin, Benim evlatlarımdır; onları seven, Beni sevmiş, onları gazaplandıran Beni öfkelendirmiştir." (İbn Mace, Mukaddime, 11; Ez-Zehebi, Siyer-u A'lami'n-Nübela, c.3, s.284).

 

"Hz. Hasan ömrü boyunca iki kere tüm mal varlığını Allah yolunda harcadı. Üç kere mal varlığını yarı yarıya böldü. Yarısını kendine ayırdı. Yarısını Allah yolunda harcadı." (Suyuti, Tarih-i Hulefa, s.190).

 

Şii veya Sünni fark etmez, her mezhep ve meşrebin merkezi Ehl-i Beyt'tir. İslam'ın doğru yaşanması için kendilerine yönelinmesi gereken örneklerimiz Ehl-i Beyt'tir.

 

İnsanın arayışı 

İnsanlık var olduğundan beri akıllara gelen önemli bir soru vardır: "Varlık aleminin yaratılış sebebi nedir?" 

 

Bu makalemizde kısa da olsa bu önemli konu üzerinde duracağız. Varlık aleminin yaratılış sebebi bir kutsi hadiste özetleniyor. 

 

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a.) lisanından Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murat eyledim ve mahlûkatı yarattım." 

 

Ezel ve ebed çizgisi içerisinde mutlak var olan Allah'tır. Mahlûkat dediğimiz varlığın bir başlangıcı ve elbette bir sonu olacaktır. 

 

İşte bu, Cenab-ı Hakk'ın Kendi Zâtını, Kendi esma-i İlahisini, Kendi ef'alini, Kendi sıfat-ı Bâri'sini tanıma, bilinme isteğinden dolayı bu mahlûkat âlemi yaratılmıştır.

 

Mahlûkatın yaratılışı da çok çeşitli cilveleri içerisinde saklamaktadır. Mesela insana baktığınız zaman, Cenab-ı Hak, insana ayrı bir tecelli ile ve o tecellinin çok ayrıntıları ile beraber tecelli ederek onun varlığını vücuda getirmiş. 

 

Zât-ı Bâri'nin tecellisi ile birlikte var ettiği mahluk insandır. Ama bir de Zât-ı Bâri ile değil de ef'ali ile tecelli ederek vücuda getirdiği varlıklar var. Esma-i İlahisinin tecellisi ile beraber vücuda getirdiği varlıklar var. Sıfat-ı Bâri'si ile tecelli edip vücuda getirdiği varlıklar var. 

 

Yani bu mükevvenatta var olan sonsuz çeşitteki varlıkların her birinin sonsuz tecelliden vücut bulduğu hakikati vardır. 

 

Onun için dikkat edilirse hiçbir varlık, diğerine benzemez. Hepsi güldür ama gül olmasına rağmen hepsi de ayrıdır. Her gülün kendine mahsus, aynı esmanın tecellisi de olsa ayrı yanları vardır. Dikeni de öyledir. 

 

Mesela parmak izleri. Bu âlemden şu kadar milyar insan gelmiş geçmiş. Her bir insanın parmak izi farklı olup hiç biri diğerine benzemiyor. Bu kadar güçlü sanat, bu kadar mükemmel bir ispat hiçbir yerde yoktur. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk'ın varlığını izhar ederek bilinmesi arzusundan yaratılmışlardır.

 

Varlıklar Allah'ın tecellisinden vücut bulmuştur

 

Varlık âleminin oluşumu az evvel ifade ettiğimiz gibi Ce nab-ı Hakk'ın tecellisinden vücut bulmuştur. Varlığın var olması Allah'ın tecellisidir. Ama öyle bir tecelli ki bu, her varlığa farklıdır. 

 

Mesela nebatata olan tecelli farklıdır. Hayvanata olan tecelli daha farklıdır. Bitkiler âlemindeki çeşitli türlere olan tecelli çok farklıdır. Hayvanlar içerisindeki çeşitlere tecelli çok farklıdır. Yıldızlara, galaksilere olan tecelliler çok daha farklıdır. 

 

Kısaca, her biri Allah'ın isimlerinin, fiillerinin, sıfat-ı Bâri'sinin ve Zâtının te-cellilerinden vücut bulmuştur. Meşreb-i sufiyye, "zuhur-i İlahi" diyerek bunu ifade eder. Kısaca bunu diyebiliriz.

 

Mahlûkat, Rabbini arama seferberliğindedir

 

Her varlık, Cenab-ı Hakk'ın gerek zât, gerek sıfat, gerekse esma-i İlahisinin tecellisinden vücut bulmuştur. Bir eşya hangi isme muhatap ise o isimle birlikte Allah'ı bulma arzusundadır. 

 

Çünkü onun tecellisinden vücut bulmuştur. Dolayısıyla, o yoldan Allah'ı bulmak ister. Bütün mahlûkatın kendi içinde Rabbini arama seferberliği vardır.

 

Bu arayış o kadar enteresandır ki ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, Aziz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler." (Yasin, 38-40). 

 

Yani felek âleminde bütün bu yıldızların yüzmesi haddizatında Mevlana'nın da ifade buyurduğu gibi kendisini yaratanını aramasıdır. Bu, galaksiler çapında böyledir.

 

Cismin en küçük parçasına intikal edildiği zaman bakıyorsunuz atomun içerisinde de elektronların saniyede 30 bin km hızla döndüğü şeklinde ilmî bir realiteye rastlıyorsunuz. 

 

O da mahlûkatın en küçük zerresinde Rabbini arayış seferberliğidir. Bu işin ilmî hakikati de budur. 

 

Dikkat edilirse ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, gerek mazi sigasıyla, gerekse muzari sigasıyla, varlık âleminin O'nu zikrettiğini buyuruyor. 

 

Kur'an-ı Kerim'de Allah, "Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah'ı zikrediyor" buyurmaktadır. Hatırınıza ne geliyorsa hepsi Allah'ı anıyor. 

 

Bir başka ayette de, "Geçmişte canlı ve cansız ne varsa hepsi Allah'ı zikretti" buyuruyor. O halde varlık âlemi, devam ettiği müddetçe her dem Allah'ı anma seferberliğindedir. Bu anış da aslında Rabbinin tecellisinden mülhem olan varlığın kendi özünü aramasıdır. Rabbini aramasıdır. Bu, bir seferberliktir.

 

 Bütün mahlûkat Cenab-ı Hakk'ı ararken reva mıdır ki varlık âlemine kul olma kastıyla gelen insan, Allah'ı aramasın? O da Rabbini arıyor. 

 

Ne ile arıyor? Allah, "Ben Âdem'e Kendi ruhumdan üfledim" buyuruyor. İnsanda nefha-i İlahi var. Bizde, insan nev'inde, varlıkların hiçbirinde olmayan öyle bir cevher, öyle bir özellik var ki bu, Allah'ın nefha ettiği İlahi bir hakikattir. O bakımdan insanı anlamak, bilmek zordur.

 

Batı literatüründe, bu manada insan meçhuldür. Niye? Çünkü ayette şöyle buyuruluyor: "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Allah'ın emrindedir. Bu konuda size çok az ilim verilmiştir." 

 

Her şeyi bilme iktidarına sahip olan insan, kendisini bilmez. Saatlerce belki bir manzarayı, herhangi bir eşyayı anlatır, kompoze eder ve fakat kendisiyle senelerden beri beraberdir, kendini 15-20 dakika anlatamaz. Çünkü biz kendi kendimiz hakkında çok az bir ilim sahibiyiz.

 

Peki, insan acaba manevi yönden kendisini keşfedemez mi? Bulamaz mı? 

 

Allah, bizi, hem bilinmek için yaratıyor, hem de kendimizi bilemiyoruz. Burada esas şudur: "Kendini bilen Rabbini bilir." 

 

Abdülkerim Ciyli diyor ki; "İnsan hem halkın mukabili, hem Hakk'ın mukabilidir." 

 

Yani bir ayinedir, ayine-i İlahidir. Onun için Batı kültüründe, Batı medeniyetinde, Alex Carel "insan bu meçhul" diyor; doğrudur. "Ben" denilen şeyden insan habersiz olursa, onun mahiyetini anlayamaz ise onu anlatamaz. 

 

Ama bizim medeniyetimizde, bizim kültürümüzde nefsini tanıdığın zaman, o köprü oluyor, Rabbini tanımış oluyorsun. Dolayısıyla işin özü insanın kendi kendini tanımasıdır.

 

Bugün, bu tanıma olmadığı için insanlık korkunç bir bunalımdadır. Fevkalade bir buhrandadır. 

 

Öyle bir arayış ki aslında neyi aradığını bilmediği için de kıtaları keşfediyor, icatlar yapıyor, şunları-bunları etrafına dolduruyor, yine tatmin olmuyor. 

 

Mesela şu anda her yerde savaş var. Bu savaş, aslında toplumların açlığının korkunç bir sefalet tablosudur. 

 

Yani bir arayış var. Hakk'ı nerede arayacağını bilemeyen insan vahşetle, müdafaasız insanlara saldırmakla bulacağını zannederek bu vehmin arkasında koşuyor. "Şu coğrafyaya, bu coğrafyaya ben yerleşirsem bu işi hallederim" şeklinde koşuşuyor. Bu, kimden kime kaçacağını bilmeyen insanın huzur arama seferberliğidir.

 

Bu örneklerden hareketle son olarak deriz ki; insan, nefsini terbiye eder, onu aradan çıkarırsa, Rabbiyle beraber olur, ebedi huzuru yakalar. Toplumların da huzuru bu eğitimden geçmiş insanlar eliyle temin edilecektir. 

 Prof.Dr.Haydar Baş

 

Tüm YAZILI SOHBETLER